HEYKELTIRAŞ RAMAZAN YILDIRIM OTOBİYOGRAFİ
Mayıs 1956 da Çorum Sarımbey Köyünde Doğmuşum. Babamın memuriyeti nedeni ile Kırıkkale, Ankara, Kırşehir, Elazığ bulunduk, eğitim hayatıma devam ettim.
Doğduğun ev kaderindir ( TV dizisinden).
İlk hatırladığım tarih, 1961 veya 1962 de beş-altı yaşlarındayken Sarımbey köyünden, Ankara Kırıkkale ilçesine babamın tayini nedeniyle ayrılmıştık. Hayatımdaki
unutmadığım ilk yolculuğumdu. Çorumdan Kırıkkale’ye kadar kusmuştum.
Araştırmaya öğrenmeye daha o yaşlarda başlamıştım. Sıradan çelik çomak oynamalar, taş taş üstüne koyup topla devirmeler oynamayı hiçbir zaman sevmedim. Daha o yaşta
kendi oyuncağımı kendim yapmayı öğrenmiştim.
Daha çocukken farklı şeyler dikkatimi çekiyordu. Bir gün camda eşek arısı gördüm, koşarak annemin dikiş masuralarından biri aldım geldim. Eşek arısı camdan dışarı çıkmak için
uğraşırken yoruldu, durdu, ben hemen iki kanadını birden iple bağladım. Hayattaki ilk başarımdı ve eşek arısı beni sokamamıştı. Canlı ilk ve son oyuncağımdı. Arıda
ilk dikkatimi çeken şey terminatör gibiydi, muhteşem bir vücuda sahipti. Sonra onunla deney yapmaya başladım. Eşek arısının arkasına dikiş masurası bağladım, toprak
üstünde, taş üstünde masurayı çekip çekmediğine baktım. Toprakta zorlanırken, taş üstünde sanki masurasız gibi hızla çekiyordu. Taşın üstüne su döktüm, içtimi içmedi mi
artık bilmiyorum. Sokmaması için uzaktan uzaktan oynuyordum. Akşam oldu yatacağız, fakat arımın ölmemesi lazım, arıyı ipinden tutarak buzdolabına koydum. Biliyorum ki
soğuktan uyuşacak, ölmeyecek. Sabah arıyı güneşe çıkarttım, yaşasın, arım ölmemişti. Biliyorum dedim ama 5-6 yaşlarındayım, daha okuma yazma bile bilmiyorum, televizyon yok, radyo yok, o zaman arının soğuktan uykuya geçeğini nasıl bildim, bilmiyorum.
Aynı evde otururken, annem veya babam tahta bir merdiveni çapraz olarak balkon demirlerine koymuşlar. Kardeşim Cahit ile oyun oyunuyoruz, merdivenin bir ucuna o oturdu
bir ucuna ben oturdum. Ben beş yaşındayım Cahit dört. Çocukluğun verdiği düşüncesizlikle ben merdivenin diğer ucundan indim. İnmemle beraber Cahit merdivenle beraber
iki metre yükseklikten düştü. Allahtan merdiven üstüne düşmedi. Ama Cahitin omuzu çıktı. Dondum kaldım, ne hareket edebildim, nede yardım edebildim.
Yine aynı evin bahçesinde, ölü bir güvercin buldum. Koşa koşa yine eve gittim babamın tıraş bıçaklarından bir tane jilet aldım. Güvercini göğüs kafesinden ikiye
ayırdım. Ellerim nasıl kesiliyor, zaten küçücüğüm jilet elime büyük geliyor, parmaklarımı kesti sürekli (beş-altı yaşında bir çocuk bulun, ellerine bir bakın, hayal
edin). Fakat buna rağmen, güvercini kesiyorum parçalıyorum. İlk dikkatimi çeken şey, yemek borusu yumuşacıkken, mideye kadar takip ettim, nefes borusu ciğerlere kadar
sertti. Mide bağırsaklar ilgimi çekmedi. Kalbi taş gibiydi parmaklarımla ezmeye çalıştım, ezemedim, jiletle ikiye ayırdım baktım, ortası boştu. Sıra kanatlara geldi,
tüyleri yola yola, deriyi yüze yüze kemikleri ortaya çıkardım, epey bir inceledim ama çözemedim. Bu yaşta halada kuşkanatlarının yapısını çözemiyorum.
Annem tüm bunları gördükten sonra hemen ismimi koydu. KATİL. (Yaş beş)
Kardeşlerimi benden uzak tutmaya başladı.
Ne yapsın kadın, o da köyden yeni çıkmıştı. Evet, ilkokulu bitirmişti, okuma yazması vardı ama köyde tarladan tapandan, yufka ekmek yapımından, dört tane çocuğu besle
büyüt, banyo yaptır, çamaşırlarını elde yıka okumaya zamanımı kalıyordu. Ayrıca okumak istese bile köyde kaç tane kitap olurdu ki o yıllarda (1962), beş veya on. Kitap
sahibi de onları kimseye vermezdi.
Aydın bir aile olsa görür, anlar farklı bir eğitim almam için uğraşırlardı.
İlkokula başladığımda Atatürk heykelini görmüştüm. Teneffüslerde gizli saklı Atatürk heykeline bakıyordum. Burnu nasıl, kulağı nasıl, duruşu dimdik, incelerdim.
Eski evlerin bazılarında, duvarlarında tarihi bir yapıdan sökülüp getirilmiş, duvara tuğla taş yerine konulmuş mermer bloklar olurdu. Bazılarının ön yüzünde motif
olurdu, bazıları motifli yüzü duvarın içinde saklardı. Ben o taşlara bakıp hayallere dalardım. O taşı nasıl işlemişler, motifin tamamı nasıl bir şeydi, acaba nereden
sökülüp getirilmiş, nasıl bir binamıydı, ibadethanemiydi, kalemiydi onları tahmin etmeye çalışırdım. Bakardım bakardım bakardım.
Yine tarihi bir yapı, heykel görsem, etrafında döne döne bakardım, incelerdim, nasıl yapıldığını, kimin yaptığını, heykelin ne anlatmak istediğini hayal ederdim.
Bu da annemlerin dikkatini çekti. Onlara göre sabit bir nokta etrafında sürekli dönen kendinden geçen, kendilerinden ve toplumdan son derece farklı düşünen bir çocuk.
“Doğurduklarına düşman olan annem” in önerisi, babamın onayıyla yeni ismim konuldu. DELİ.
Beş yaşında KATİL, sekiz yaşında DELİ. Herkese nasip olmaz bu unvanlar kıymetini bilmem lazım.
Suç delilleri: Kendileri gibi düşünmemem, kahvaltıda gazete okumam, sanatsal her eserin karşısında kendindem geçerek dünya ile irtibatımı koparmak, herhangi bir
konuda kendilerinden farklı fikirlerim, kendi yorumlarımın olması.
Onun içindirki benim hiç akrabam yoktur. Benden önce benim lakaplarım köye giderdi, çünkü annem konuşacak hiçbir konusu kalmamış gibi, sadece benim kötü yanlarımı,
lakaplarımı, kardeşlerimin ise iyi ve güzel yanlarını anlatırdı. Köye gittiğimde insanların bana bakışından bana karşı davranışlarından anlardım. Onun içinde köye
gitmeyi bıraktım, köyle irtibatı kestim.
Tüm dünyada sanatçılara saygı duyulurken, Türkiye’de neden sanatçılara hep “Deli” lakabı takılır? Deli Ressam Salvador Dali, Deli Sanatçı Aysel Gürel, Aşık Deli Boran,
heykeltıraş Deli Nuro (Nurettin Orhan).
İki türlü deli vardır.
Bir akıllı deliler, iki zır deliler. Allahtan ben ilk guruptaydım. Yani, akıllı deli.
Zır deliler söylediklerinde ısrar ederler ve akıl hastanesine yatırılırlar.
Baktım işler kötüye gidiyor, onların istediği gibi davranmaya, onların istediği gibi düşünmeye onların istediği gibi konuşmaya başladım. Fakat onların istediği gibi
konuşmaya çalışmak çok zordu. Çünkü bir olay karşısında ne düşündüklerini ilk önce çözmeye, sonra istediklerini söylemeye çalıştım. Söylerken de sürekli takip ediyordum, istedikleri gibiyse devam ediyordum, değilse araya “Eeeeee” ler serpip konuşmamı değiştiriyordum. Onun için durarak konuşma ve kelimeler arasında hala Eeeee ler yerleşip kaldı.
İlkokul bitirdim, radyocu yanında çırak olarak 3 ay çalıştım. İlk iş deneyimim odur. Lambalı radyoların tamirini öğrendim. Gerçi usta bana bir şey öğretmedi ama ben
çok şey öğrendim, usta tamir ediyordu ben beynime yazıyordum.
Hayatımın dönüm noktası ise Elazığ’da ortaokul ikiye (1970) giderken oldu. Resim öğretmenim, Heykeltıraş Nurettin Orhan’ın (Deli Nuro) dikkatini nasıl çektim
bilmiyorum ama sınıfta bana döndü “Tren garında, rayların hemen yanında kil var, al gel ben sana heykel öğreteyim” dedi. Dersler biter bitmez tren garına koştum,
yağmurlu bir gündü, çantamdaki kitapları karnıma soktum, bir çanta kil doldurdum eve geldim. Eve gidene kadar ne hayaller kurdum.
Eve gittim, annem her zamanki gibi, baştan ön yargılı bir şekilde benimle alay etmeye başladı. Yaklaşık ben heykele başlayana kadar, 45 yıl boyunca anlattı kahkaha
attı, anlattı kahkaha attı, yanında bulunanları da kahkaha atmaya teşvik etti. Kahkaha atmayana da düşman kesildi.
Elazığ’dan tekrar Ankara’ya döndük. Evimizin tam karşısında oturan “Seniye” yi artık görebilecektim. Seniye de beni gördü çok sevindi. İkimizde on beş yaşındaydık,
çocuktuk. Beni görebilmek için annesinden gizli saklı bize gelirdi koşarak, bende hemen eve dönerdim, Seniye ile konuşabilmek için. Ben daha eve girmeden annem binbir
türlü beddua ile “sen daha gitmedin mi, çık git şu evden diye” evden kovardı. Hemde Seniye’nin yanında aşara aşara.
Seniye’yi sokakta bir kere bile görmedim, görsem gidip elinden bir tutacağım, ömrümün sonuna kadar bırakmayacağım. Ama ne yazık ki tek bir kez bile sokakta
karşılaşmadık.
Paramız olmadığı zamanlarda annem Seniye’nin annesi Pakize teyzeden borç para alırdı. Babam maaşını alır almaz annem hemen Pakize teyzeye aldığı parayı verirdi.
Elazığdan döndükten tam bir ay sonra, Seniye’nin babası Hasan amcayı gördüm. Sevine sevine Hasan amcanın yanına gittim “Hasan amca günaydın, nasılsın” dedim. Hasan
amca yavaş yavaş şöyle bir döndü, son derece aşağılayıcı, tepeden bakarak, baktı baktı ve hiçbir şey söylemeden arabasına bindi ve gitti.
Eyvah kızıda bana aynı şeyleri yapar dedim ve o günden sonra Seniye’den uzak durdum.
İşte o gün “Paranın ve parasızlığın” ne olduğunu anladım. Ben bunları yaşamıştım ama çocuklarımın yaşamaması için çalıştım çalıştım çalıştım.
1973 de Yıldırım Beyazıt Sanat Lisesi (Torna tesviye) ikinci sınıfa giderken okulumuzda açılan, tiyatro seçmelerine katıldım. Text’i okurken edebiyat öğretmenim,
okumamı yarıda kesti, başrol senin dedi. Cevat Fehmi Başkut’un , “Buzlar Çözülmeden” eserinin başrolü “Deli Kaymakam” rolünü aldım.
İsmini unuttum kusuruma bakmasın, bizden birkaç yaş büyük tiyatrocu bir kadın arkadaş bizi üç ay çalıştırdı.
Aileme haber vermedim. Biliyorum ki ona da bir kulp bulacaklar. Tiyatro oyununu üç kere oynadık çok başarılı buldular beni, hocalarımız ve seyredenler, tebrik ettiler.
Resim: Buzlar çözülmeden oyunundan bir sahne, Deli Kaymakam ve Hatice. Yıl: 1973 Yaş: 16
Tabi, her zamanki gibi ailem hariç.
Ailem tarafından ne tiyatro oyununun konusu, ne benim oyunculuğum hiç konuşulmadı. Annem ve babam beni tanıyamadıklarını (makyajdan dolayı), abimse tiyatroya
sarhoş geldiğini kahkahalarla anlattılar, güldüler.
On altı yaşındayım, bir kere olsun demediler ki, çok başarılıydın, oyunculuğun çok güzeldi, gel seni bir tiyatroya, kursa götürelim ki o zaman takip ediyorum AST
Ankara Sanat Tiyatrosu sürekli kurslar açıyordu.
Tiyatroda yarım kaldı.
Babam baş komiserdi ve biz fakirdik, düşünün artık. Ye, ye birazda sen ye, yok, laf geçiremedik. Emekli olduğunda ancak ikinci el bir Hacı Murat alabildik.
Lise de spor, tiyatro, mecburen siyasetle (80 öncesi), mecburen okul boykotlarından uğraşmaktan, müfredatın bana çok basit kalmasından dolayı derslerim çok başarılı
değildi. Zar zor liseyi bitirdim.
Hayatım boyunca, arkadaşlarım sanatçı türkücü ismini, doğum tarihini, burçlarını ezberlerken ben teknik bir şeyler öğrenmeye çalışıyordum. Onun içinde hiç zaman
anlaşamadık.
Lise döneminde de birçok işte çalıştım, garsonluk, şef garsonluk (15 yaş), Ankara gençlik parkı lunaparkında dönme dolap makinistliği (16 yaş) çalıştım.
Lise bittikten sonra altı ay kadar özel bir şirkette harita teknik ressamlığı yaptım. Gerçi lisede benim çizimlerimi hocamız tahaya asardı, bir öğrenci gelip “Hocam
ben teknik resim çizemiyorum” dediğinde hocamız benim çizdiğim resmi gösterek “Bundan daha kötü çizemezsin” diye arkadaşlarımın moralini düzeltirdi.
Bilenler bilir, tapoğrafların arazide ölçtüğü binlerce rakamları, biz kâğıt üstüne döker sonra onları tek tek birleştirerek haritayı meydana getirirdik. (1976).
Üniversite imtihanında Yabancı diller yüksek okulunu kazandım, ama gidemedim. Oynadığım tiyatro dan dolayı kapıda bekleyen üniversiteliler, beni tanıdılar. Çok kibar
bir şekilde beni uyardıla “Gelme lan”. Oynadığım oyun sol eğilimli bir oyun,
kazandığım üniversite sağ tandaslı Gazi Üniversitesi.
1977 yılında hayatımın en büyük hatasını yaptım, Hacettepe üniversitesinde işe başladım, başlamamla beraber bekârlığım sona erdi, sanatta ve hayatta simsiyah bir otuz
beş sene yaşadım. 24 saatte 48 saatlik ağlayan birisi ne enerji bıraktı, ne sanat.
Çocuklarımda ne yazık ki mutlu bir çocukluk yaşayamadılar. Hayatımın da sanatta yok olan devresine geçtim.
Ama çok güzel iki evlada sahip oldum. Dünya durdukça, iyi günlerde mutlu huzurlu var olsunlar, kendi evlatları da onlara aynı sevgiyi saygıyı göstersinler.
İkinci parasızlık olayını askerlikte yaşadım. Paranın ne demek olduğunu anladım.
Askerliğimi yaparken evlendim. Eskiden anne ve babamdan asker harçlığı alıyordum, iyi kötü idare ediyordum. Evlendikten sonra babamlar para vermedi, evlendiğim
kişide sanki ben askerde değilmişim gibi, sen bana bir şey almıyorsun, eve bir şey getirmiyorsun diye sürekli ağır hakaretler ediyor, gözü yediğim lokmalarda.
Aldığım sadece asker maaşı, onunla da sadece evci iznimde dolmuş parasına yetiyor. Sadece ve sadece dolmuş paralarını verdikten sonra iyi hatırlıyorum, bir ekmek
alacak kadar para kalıyordu. Evlendikten sonra askerde sadece ve sadece asker karavanası yedim. Evci izmime çıkarken mutlaka asker karavanımı yiyerek öyle izne
çıkıyordum, evde daha az yemek yiyebilmek için acıkmamaya çalışıyordum. Ama sabah kahvaltıya oturmak zorundasın, açlıktan değil evli olmanın kuralı gereği,
kahvaltıda bir adet zeytini bir lokmada yarısını, ikinci lokmada kalan diğer yarısını yiyordum.
Sigara, Benim ve arkadaşlarımın asker sigarası istikaklarını içiyordum.
Çocuklarımı askere gönderirken her ikisine de emekli maaş kartımı verdim, çocuklarımın benim çektiklerimi çekmemelerini sağladım.
Hacettepe üniversitesi bir yönü ile kötüyken bir yönüyle de hayatın ikinci dönüm noktası oldu.
Hacettepe deki görevim nedeniyle H.Ü. Felsefe bölüm Dekanı “Prof. Dr. İoanna Kuçuradi” ile tanıştım. Yaz ayları olduğu için üniversite boştu. H.Ü. Yapı İşleri ve
Teknik Daire Başkanlığında şeftim. Dekanlık odasında teknik bir arıza olduğu bildirildi. Bende herhangi bir arkadaşı yönlendirmeden, tanışabilmek için hocamızın
arızasına ben gittim. Arızayı hallettim.
Tanışmak için geldiğimi hissetti, çay ikram etti, yarım saate yakın, sohbet ettik. Hocamızın öğrencileri ve tanıyanlar bilir ki, hocamızın yanından ayrılırken
bambaşka birisi olarak, sevgi dolu çıktım. Yarım saat içinde tüm dünyam ve kadına bakışım tamamen değişmişti. Bana bir kitap hediye etti.
Arthur Schopenhauer’in “Aşkın Metafiziği” isimli yetmiş üç sayfalık bir kitaptı. Kitabı ancak on günde bitirebilmiştim. İki-üç sayfa okuyorum her şey karışıyor,
dönüp baştan geri okuyordum. Artık yepyeni bir Ramazan Yıldırım vardı.
İçimdeki sanat aşkını hep küllere gömmeye çalışıyorum. Küllerinden çıkardığımda biliyorum ki tekrar ateş alacak. Gözlemlerime devam ediyorum, şimdiyi düşünmeyin
1970-1980 lerdeki Anadolu’nun küçük şehirlerinde yaşayan kadınların, yaşamlarını ortak sorunlarını sürekli gözlemliyorum.
O zamanlarda hafızama yazmaya başladığım ilk hikâyem.
KADIN VE YALNIZLIK HEYKELİ
Her kadın doğduğunda boynuna bir halat asılır, öldüğünde geri alınır
Halat asılır ki tüm bu baskıları ölene kadar taşısın
Kadın öldüğünde halat geri alınır ki, yeni doğan bir kadının boynuna asılsın
Alınır ki, halata asılan hiçbir baskı aracı unutulmasın
Anne baba baskısıyla başlayan, mahalle baskısıyla devam eden çocukların sorumluluğu,
evin idamesi, hayatında her gün yeni bir baskı aracı, yeni bir yasak, yeni bir töre, yeni bir kanun eklenir halatına
Taciz, tecavüz, hor görülme, aşağılanma, etiketlenme, yaftalanma kadının kaderidir
Kadının bütün bunlara karşı koyacak hiçbir gücü bulunmamaktadır
Ne kas kuvveti nede ekonomik gücü yoktur
Bütün baskı araçlarına karşı KADIN YALNIZDIR, KORUMASIZDIR, ÇIPLAKTIR
Hayatın devamlılığını sağlayan, sevginin, huzurun, temizliğin ve saflığın sembolü olan Kadın, tek başına direnir hayata
Dik duran ve gülümseyen ve bunu çocuklarına öğreten her kadını saygıyla karşılayan toplum dileğiyle
Yeni doğan kadınların, halatsız bir yaşama, Yeni doğan erkeklerin de, kadına saygı duyduğu bir toplum dileğiyle………..
Yine o günlerde yazdığım yazıdan kısa bir bölüm.
BEN KADINIM UTANMIYORUM
Ben ki canımdan can böldüm, size can verdim
Siz vücudunuzla övünürken
Ben neden utanıyorum
Ben kadınım utanmıyorum ….
İlk dörtlüğü.
Beynime, beynimin ağzımdan en uzak noktasına yazıyorum, ağzımdan kaçmasın, saklıyorum. Biliyorum ki yeni bir lakap takacaklar.
Askerlik dönüşü spor bakanlığı, beden terbiyesi genel müdürlüğü, tesisler daire başkanlığında dört yıl teknik eleman olarak çalıştım.
Memuriyetlerim devam ederken Isparta dan halı getirdim sattım, Çanakkale den biblo getirdim sattım, mesai saatleri dışında taksici olarak çalıştım. Yapmadığım iş
kalmadı.
Sekiz sene devlet memurluğunun ardından, istifa ettim. Kendi işyerlerimi kurdum. 1984 den 2014 de kadar kimya sektöründe sanayici-işadamı olarak ülkeme hizmet ettim. Çocuklarım işin başına geçtikten sonra emekli oldum.
Çocukluğumdan beri içimde fırtınalar koparan heykele başladım.
Hemen, ilk önce yıllar önce hikâyesini yazdığım “Kadın ve Yalnızlık” heykelime başladım. Diğer heykel ve rölyeflerimi çalışmaya devam ederken kalp krizi geçirdim.
Üç gün yoğun bakımda kaldım, tek korkum ölmeden bir sergi açamamaktı.
Hastaneden taburcu olunca hemen kişisel sergimi açtım. Birçok eserimi yarım bir şekilde sergiye çıkartmak zorunda kaldım.
Fakat bu seferde yaşlılığın verdiği çeşitli hastalıklardan dolayı istediğim gibi çalışamıyorum, çok geç kaldım.
Heykele başladığım ilk yıllarda inek rölyefi, at rölyefi gibi basit şeyler çalışıyorum. Çok fazla tat almıyorum. Büyük oğlum Cem Yıldırım, çalışırken anlamış
“Niye bunları çalışıyorsun baba” dedi. Ne yapayım babam dediğimde, “İstediğin gibi özgürce çalış, istemeyen evine gelmesin” dedi. Sağ olsun.
Tat almamamın nedeni, ömrü hayatımda inek görmedim ki, babamın mesleği gereği hep şehirlerde yaşadım. İneği, atı hep kitaplarda gördüm, belki at arabasında.
At ile tek anım, babam bizi faytona bindirmişti, Kırşehir de. Eve gidiyoruz. Günün taksisi, arabamı var, at bizim eve gidene kadar koştukça zort zort zort osurmuştu,
tek anım bu.
Bu anıyla nasıl bir heykel yapabilirdim ki.
Benim şehirde tek gördüğüm insanlardı. Kadın ve erkek.
Erkekleri anlatmaya gerek yok. Dört tane konu konuşurlar.
1- Askerlik anıları,
2- Nasıl adam dövdükleri,
3- Yaşadığı şehirdeki tüm kadınları, atlamaksızın nasıl becerdiğini,
4- Her dört cümleden birinde mutlaka bir yere “koyarlar”.
Başka, başka yok erkek dünyasında, sadece bu. Unuttuğum bir şey varsa kitap üzerine hemen yazın.
Bunlardan nasıl bir hikaye çıkarayım, nasıl bir heykel nasıl bir rölyef çalışayım. Gülümseyen bir rölyefini yapmaya çalışsan, ilk söylediği laf “Ben gaymiyim”.
Lan nasıl çalışayım azgın bir surat ifadesi karşımda 3-5 ay karşımda duracak, insanın ruhu kararır.
Erkeklerle ilgili tek bir konu kalıyor geriye “Savaş”. Ne kadar kan çok, ölü çok o kadar makbul. Bütün sanat dallarında “yaptığın işle bütünleş” denir. Savaş
rölyeflerini yaparken nasıl bütünleşeyim, her taraf kan her taraf ölü, insanın ruhu kararıyor.
Kadın öylemi, anlatır.
Aşık olur anlatır, birisini sever anlatır, annesini anlatır, babasını anlatır, çocuklarını anlatır, gezdiği yerleri anlatır, kız arkadaşlarını anlatır, anlatır, anlatır.
Ve bütün anlattıklarını “Sevgi” ile anlatır. Annesini sever, babasını sever, kardeşlerini sever, aşık olduğu adamı sever, kedi sever, köpek sever, ama hep sever.
Bütün erkekler, tüm kadınlar için aynı lafı söylerler “kadınlar çok konuşuyor”.
Tabiî ki sıkılırlar “s.kmek yok, s.kmak yok, kan yok”, sadece sevgi var, böyle sohbetmi olur. Sıkılır hemen koşa koşa erkek arkadaşlarının yanına gider, rahatlayana
kadar küfür eder.
Bir örnek verecek olursak. Voleybol sporu. Erkek voleybolunda sayı aldıklarında yüz ifadelerine baktığınızda azgın bakışlar, sıkılı yumruklar, sevinirken bile
birbirlerine sertçe vurduklarını görürsünüz. Kadın voleybolunda ise sevinç, mutluluk, sevgiyle birbirine sarılmalar görürsünüz. Oyun aynı, kurallar aynı o zaman nedir
bu aradaki fark. Birinde kan, birinde mutluluk ve hüzün vardır, siz olsanız hangi takımı çalıştırmak istersiniz.
Onun içindirki bütün sanatçılar “Kadın” çalışmayı çok sever. Çünkü konu çoktur, malzeme çoktur. Her kadın sanatçıya bir konu verir, sanatçı hangisini çalışacağını
şaşırır.
Kadınlarda sanatçılarla konuşmayı çok severler, çünkü karşılarında kendisini anlayarak dinlemeye çalışan biri vardır. Sanatçı suçlamaz, karşısındaki kişinin
anlattıklarının derinlerine inmeye çalışır. Neden niçin diye sormaz, olayların akışını kadın gözüyle görmeye çalışır. Ve onu heykele rölyefe nasıl aktarırım diye
düşünür.
“Hocam şu konuyuda çalışın” diyerek anlatan çok kadın arkadaş olmuştur. “Mastektomili kadınlar” eserim, sosyal medyadan bana ulaşan bir kadın arkadaşın bana sitem ve
anlattıklarıyla ortaya çıkmıştır.
Sosyal medyadan mesaj atan Ş……. Hanım, “Hocam neden hep memeli kadınları çalışıyorsunuz, neden bizleride çalışmıyorsunuz, benim iki mememde alındı” diyerek övgü ve
sitemlerini belirtmiş. Hemen kendisine geri döndüm ve yaklaşık iki saat yazıştık.
Duygularını, yaşadıklarını çok net bir şekilde anlattı. Ben sordum o cevapladı, ben sormadanda duygularını, çaresizliğini, kızını anlattı anlattı.
Benden dört şey istedi, onun iki memeside alınmış, “Bir memeyi alın bir memeyi bırakın insanlar daha iyi anlasın, alınmış memeye doğru bir gül uzatın, meme ucuna
kadar uzun lüle lüle saçlar yapın, boynuna sarkan bir kolye yapın ve alınmış memenin üstüne bir dövme yapın” dedi.
Ve bana bir resim attı, memeler alınmış, çok büyük dövmelerle ameliyat izleri kapatılmış. Tek bir dövmeye itiraz ettim, daha küçük dövme yapıpı dikkati alınmış
memeye çekeceğimi söyledim. “Sanatçı sizsiniz hocam, istediğiniz gibi çalışın” dedi.
O anlattı ben çizdim, o anlattı ben çizdim.
İki saat sonra kendisine çizdiğimi gönderdim, çok beğendi, çalışmaya başladım. Kendisinden de izin alarak tüm yazışmaları
sakladım.
Ortaya bu eser çıktı.